Aşağıda sunduğumuz makale 2007’de Sezgin Boynik tarafından yazılmıştır ve Dokufest Belgesel ve Kısa Film Festivali’nin resmi günlük gazetesi DokuDaily’de yayımlanmıştır.
Sezgin, Lumbardhi Sineması’nın ilginç bir dönemini anlatıyor. Olayların geçtiği yer eskiden büfe olan ve yeşil oda olarak da bilinen ve daha sonra ise bir kısmı sinemada çalışan ve bu makalede özenle incelenen karakterlerin yıllarca her akşam takıldığı bir kafe-bar. Ta ki sinemanın bir otoparka dönüştürülmesi niyetiyle mülkiyeti tartışmalı bir alan haline gelinceye kadar.
Nostaljik bir yazıdan daha çok Lumbardhi’nin onlarca yıllık işleyişinin tarihinin yaşayan arşivleri olan ve şimdiye dek görünmeyen insanların dokümantasyonu. Sezginin daha klasik bir yaklaşımdan ayırt edip ‘’taşralı modernizmi”yle yorumladığı bu yaşlı erkek grubu, aslında Sezgin ve arkadaşlarının Prizren’deki hayatlarına ayna tutacak, toplumun dışında kalan kişilerdi.
Aşağılayıcı çüli (köylü) terimi, kasabali (uygar olan) ile Prizren’in zihniyetine derinlemesine kök salan bir ayrım yapmaktan -neyse ki tarafların daha incelikli anlayışı su yüzüne çıktıkça yavaş yavaş yok oluyor- çok sinemaya karşı olan vahşi tavra işaret etmek için kullanılıyor. Yazı, onu kurgusal olmayan bir edebi türe yaklaştıran yerel karakterlerin ve karakteristik unsurların betimlemeleriyle dolu. “Taksirat Partisi”, Lumbardhi’nin böylesine renklere sahip olmasından mutluluk duyduğumuz belirli bir döneminin zengin bir belgesidir.
TAKSİRAT PARTİSİ
Babo ve Gjabir’e adanmıştır.
Bu, yakında ortadan kaybolacak çok ilginç bir Prizren topluluğu hakkında sosyolojik ve antropolojik bir hikâye. Bunu akademik bir şekilde anlatmayacağım, çünkü burada durumun özgüllüklerini ve garipliklerini anlatmaya yetecek kadar yer yok. Bu, altmışlı yaşlarının oldukça üzerinde, Prizren, Kosova, dünya ve diğer şeyler hakkında tartışılabilecek her şeyi tartışmak için düzenli olarak Prizren sinemasının büfesinde bir araya gelen insanlarla ilgili bir hikâye. Onlarla ilk olarak 2004 yılında, Dokufest’te arkadaşlarımla ucuz, soğuk ve büyük boy Nikšićko biraları eşliğinde eğlenirken tanıştık. Bu biralar, bazı insanlarla girdiğimiz münakaşaların ve bir fanzin üretip dağıtmamızın da tetikleyicisiydi. Valdrin Prenkaj’la “Fantazin” adını verdiğimiz bu fanzin, festivalin küçük bir skandalı ve yeraltı kültürüne ait çok ilginç bir deney olarak daima hatırlanacak. Ama bu başka bir hikâye.
Elli sentlik, yarım litre soğuk, Nikšićko birası, sinema büfesinin büyüklerini rahatsız etmeye başlamamıza yetiyordu. O zamanlar Karadağ henüz bağımsız bir ülke değildi ve Nikšićko birası başka hiçbir yerde bulunmazdı. Konuşma diliyle ifade etmek gerekirse, o zamanlar Nikšićko birası diğer barlarda politik olarak doğru görülmüyordu. Merak ediyorduk, bu bira nasıl oluyordu da buradaydı ve bunu kimler içiyordu? Dokufest bittikten sonra da sinema büfesine gitmeyi sürdürmemizin tek nedeni şehre ve gece kulüplerine gitmeden önce ısınmaktı. Ancak, zamanla büfeyi insanların yüz bininci defa Red Hot Chili Peppers, Depeche Mode, bazen de Nick Cave’in budalaca müziğiyle eğlendiği, bizim için giderek daha tutucu ve sıkıcı mekânlara dönüşen kulüplerden daha çekici bir olasılık olarak düşünmeye başladık. Tekrarın yol açtığı pasiflik dayanılmaz hâle gelmişti ve yavaş yavaş akşamları büfede geçirir hale geldik, oradan sonra eskisi gibi şehre çıkmayıp, evlerimize dağılacaktık. Böylece yeraltı gece hayatımız büfeden ibaret hale geldi.
Sinemanın bizim için nasıl da bu kadar önemli hale geldiğini okuyucuya açıklamanın artık yükümlülüğüm olduğunu hissediyorum. Elbette Nikšićko birası tek başına bir sebep değildi, asıl sebep karşılaştığımız bu yaşlı insanlardı, Taksirat Partisi veya Taksiratlilar Partisi adlı gayriresmî grup, her gece bira içip, kart oynarken dedikoduları paylaşırdı. Oraya birlikte gittiğimiz arkadaşlarımla hatırladığımız kadarıyla hikâyeleri ilginç anekdotlarla doluydu. İronileri ve hayat dolu şakaları, arsız ve bitmek bilmeyen konuşmaları şehrin gerçek yaşam kaynağıydı.
Şimdi de biraz antropoloji. Kabul töreni. Taksirat Partisi’ne kabul şöyle gelişirdi: Başlangıçta partililer yeni gelenleri (bu durumda ben ve arkadaşlarımı) kendi şehir bilgileri kapsamında tanımaya çalışırlardı ki onlara aileleri, nerede çalıştıkları ve nerede yaşadıkları ile ilgili daha detaylı sorular sorabilsinler. Eğer onların şehir kartografi kriterlerine uygunsan sana kasabalı derlerdi ve her şey yolunda giderse çeteye katılabilirdiniz. Kasabalı, her şeyden önce şehirde yaşadığınız ve davranışınızın bir vatandaşa yakıştığı yani bir çüli (köylü) gibi davranmadığınız anlamına geliyordu. Dolayısıyla da cimri olmamayı, eğlenmeyi, yaşamayı, yolculukları sevmeyi, yüzmeyi ve iyi yemeyi bildiğiniz. Elbette bu bir küçük burjuva düşüncesi, ancak Prizren’de başka bir şey olarak da okunabilir: bir taşralı modernizmi. Pallanka felsefesinin (Radomir Konstantinović’in tabiriyle taşra felsefesi) herhangi bir okurunun sorularla geri dönmesi durumunda sinemadaki Sefiller Partisi onu bu kitabın gerçekliğine ikna eder ve bu taşra düşüncesinin anatomisini bilimsel olarak doğrulayabilmesini sağlardı. Daha önce de açıkladığım gibi Sefiller Partisi düşüncesine göre sadece şehirde yaşamak yeterli değildi. Bir vatandaş gibi davranmak da önem taşıyordu. Hyshit şehir merkezinde yaşıyordu ancak bu değerlendirmeye göre vatandaşlığa uygun tek bir niteliğe bile sahip değildi ve bu nedenle bir köylü olarak bilinirdi. Partinin en az çekici olanı oydu. ‘’Bir köylü gibi sıkıcı.’’ Sefiller Partisi’nin geri kalanı şehir hakkında her şeyi bilirdi. Kadastro kesinliğiyle tüm (eski) adresleri ve yerleri, aileler arasındaki tüm sırları ve anlatılmamış hikâyelerden oluşan bütün dağarcığı biliyorlardı. Bu hikâyelerin çoğu bizim için yepyeni bir şehir deneyimi oluşturdu.
Ritüel. Hikâyeler şöyle başlardı: Neredeyse her gece Valon, duvar ilanında gördüğü son ölümü büfeye duyururdu. Partidekiler konuyu detaylı olarak inceleyip, Valon’a cenazenin ne zaman ve nereden kalkacağını söyler, daha sonra ise mezarlığa kadar onlara eşlik eder ve bunun için para alırdı. Bu, onun esas olayıydı. Parti için bu, ölen kişinin kimliğinin ve yaşamının analizine başlamak için doğal bir sebepti. Valon, partinin gerçek fenomeniydi. Engelli ve borderline bozukluğu olan Valon, sinema dışında hiçbir yerde konuşmazdı. Orada, dilini anlayabilen tek kişi olan Gjabir aracılığıyla iletişim kurardı. (Valon’un sözcük haznesi diğerlerinden tamamen farklıydı, çünkü her şey için ayrı bir tanımlama sistemine sahipti. Gjabir ise, Prizren’in üç resmî diline ek olarak Romanca ve Valon’un dilini de bilirdi!). Valon’un herkes için farklı adları vardı, Mongol, Ybe, Papa gibi. Bana ise Rambo derdi. Gjabir, bize defektoloji profesörü olan bir psikoloğun Valon’un sinemada konuşabildiğini görünce gerçekten şaşkına döndüğünü söylemişti. Çünkü, o okul yıllarından beri dilsizdi!
Elbette başka ritüeller ve hikayeler de vardı. En ilgi çekici olanı, Babo’nun (veya Motor’un) anlattıklarıydı. İtalyanların safında Partizanlara karşı savaşmıştı. Kısa bir süre sonra onun için sıkıcı hale gelmişti ancak İtalyanca öğrenmeyi başarmıştı. İsveç, Malmö’ye yaptığı gezinin hikayesi ilginçti. Sürekli oradaki büyük köprüyü ve bir parkta gördüğü lahanayı anlatırdı ama biraz kötü hissettiği için yanına alamamıştı. Babo, partinin lideriydi. Ona TNT grubunun bir numarası derdik. Partideki herkes Alan Ford gibiydi. Partinin diğer üyeleri Gjabir (yönetici), Haxhi Boza, Abdullah, Eran (en genç üye), Byka Tada ve Hyshit idi. Elbette üye değildik ama büfede her zaman var olan misafirperverliğin ve artık yok olma eşiğinde olan bu dostluğun bize sunduğu zevkin kıymetini biliyorduk.
Bu noktada tutucu uğursuzluğumla nostalji dolu bir romantik gibi görünmek istemem; çünkü bu metnin amacı tamamıyla farklı bir şey ve merkezinde farklı bir politika var. Bu, Prizren’in en büyük kültürel manifestasyonunu (Dokufest) yok edecek ve partiyi çoktan yok etmiş, sinemayı yıkmaya yönelik aptalca ve zararlı karara tamamen karşıt bir anlatı. Bu, ancak partinin “çüli” ya da “şehir hakkında hiçbir şey bilmeyen, sadece parayı düşünenler” etiketini hak eden kişiler tarafından verilebilecek bir karardır.
Sezgin’in önemli notuı:
BLLOGU editörleri geçtiğimiz günlerde zamanının bir belgesi olarak “Taksirat Partisi”ni yeniden yayınlayıp yayınlayamayacaklarını sordular. Kabul ettim ve tam da yazıldığı şekliyle okunmalıdır. Blogdaki konumlanışını göz önüne aldığımda bazı açıklamalar eklemek zorunda olduğumu hissettim.
İlk yayınlandığından kısa bir süre sonra metni tamamen reddettim ve argümanlarıyla arama mesafe koydum. Bu metin aceleyle ve doğru hatırlıyorsam Dokufest’in tüm kargaşasının ortasında bir barda yazılmıştır. Politika, punk ve libido birleşmesinin bir ürünüdür. Evet, yazmıştım ama o zamanlar hepimizin yaşadığı kafa karışıklıkları, çelişkiler ve umutsuzlukların açığa çıkmasının sonucuydu. Yanlış hatırlamıyorsam yıl 2006 veya 2007’ydi. Tüketimcilik ve neoliberalizmin tamamen dışında yaşayan bu yaşlılar topluluğunun ve onlarla birlikte bütün sinema ve artık para getirmeyen diğer yerlerin kısa bir süre içinde kaybolacağı gerçeği hepimizi bunaltmıştı.
Metinde, hatalı bir biçimde bu tür kamu kurumlarının talan edilmesinden ve ikinci milenyumunun gelmesiyle birlikte kamusal alanın yok edilmesinden “köylüleri” sorumlu tutuyorum. Bu düzeltilmeli; özelleştirme, neoliberal yağma, vahşi kentleşme ve yasadışı tahsisler kendiliğinden olmadı. İlkel kleptokrasinin sonucu veya fakir köylülerin doyumsuz açgözlülüğünden dolayı değildi. Bu, uluslararası inşaat kurulları üyelerini, yüksek lisans ve doktora derecelerine sahip insanları ve saygın ve zengin vatandaşları da kapsayan iyi organize edilmiş parsellemenin sonucuydu.